Türkiye – Arnavutluk İlişkileri

Emekli Büyükelçi Bilâl N. Şimşir, Arnavutluk’ta Büyükelçi olarak bulunduğu 1985-1988 yılları arasındaki anılarını anlattığı kitapta, hem söz konusu ülkenin kapalı kapılar ardındaki yapısına ışık tutuyor hem de o yıllar arasında Tiran-Ankara ilişkilerinde meydana gelen olayları inceliyor.

Arnavutluk, Soğuk Savaş döneminde önce Sovyetler Birliği’yle, daha sonra da Çin’le işbirliğini denemiş, ancak daha sonra tamamen içine kapanarak, Enver Hoca tarafından izolasyona sürüklenmişti.

Bilâl N. Şimşir’in kitabı, Arnavutluk’ta mevcut sistemin tıkandığı ve değişimin yavaş yavaş tomurcuklandığı ilginç bir dönemi içeriyor. Çalışma, yazarın Arnavutluk’ta ilgili anılarının yanısıra araştırma notlarını da kapsıyor.

TÜRKİYE ARNAVUTLUK İLİŞKİLERİ
Dr. Bilâl N. ŞİMŞİR
ASAM YAYINLARI 2001

Ön Söz

Bu kitap, benim meslek anılarımın Arnavutluk bölümüdür. 1985-1988 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak Arnavutluk’ta görev yaptım. 30 ay Arnavut dostlar arasında bulundum; orada yaşadıklarımı, gezip gördüklerimi ve izlenimlerimi sıcağı sıcağına not ettim, günlük tuttum ve 0 notlara dayanarak anılarımı kaleme aldım. Kitaba Türkiye-Arnavutluk ilişkileri adını verdim. Açıklayıcı alt başlık olarak da Büyükelçilik Anıları (1985-1988) dedim. Arnavutluk Sefaretnamesi de diyebilirdim.

Bilindiği gibi, eski elçilerimiz, dış görevlere giderler, gezip görürler, gördüklerini ve izlenimlerini yazıya dökerlerdi. Hangi şartlarda ve nasıl görev yapmış olduklarını anlatırlar, gelecek kuşaklara belge ve eser bırakırlardı. Onların, görev sonunda yazıp bıraktıkları bu eserlere veya genel raporlara sefaretname denirdi. Elçi Kara Mehmet Paşanın Viyana Sefaretnamesi (1655), Elçi Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendinin Fransa Sefaretnamesi (1720), Elçi Ahmet Dürri Efendinin İran Sefaretnamesi <1721) gibi… [1]

Atatürk döneminde görev yapmış bazı elçilerimiz de meslek anılarını yazarak bir bakıma eski sefaretname geleneğini sürdürmüşlerdir. Memduh Şevket Esendal’ın Tahran Anıları… (Ankara: 1999 [2] ), Ali Fuat Cebesoy’un Moskova Hatıraları (İstanbul: 1955), Ridvanbeyoğlu Hüsrev Gerede’nin Siyasi Hatıralanm I: İran, 1930-1934 başlıklı anı/arı (İstanbul: 1952) ve

Harp İçinde Almanya (1939-1942) adlı eser (İstanbul: 1994), Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Zoraki Diplomat adlı eseri (İstanbul: 1955), Ali (Türkgeldi)’nin Brezilya adlı kitabı (İstanbul: 1932) vs. o dönemin sefaret nameleri gibidir. Türkiye’nin ilk Rio de Janeiro Elçisi Ali Türkgeldi, Brezilya adlı kitabını yazarken eski sefaretname yazarlarının izinde yürüdüğünü açıkça belirtir.

Günümüzde de eski diplomatlarımız meslek anıları türünde üst üste değerli eserler vermektedir/er. Böyle eserler vermiş olan meslektaşlarımızdan ilk çırpıda aklıma gelenlerin isimlerini şöyle sıralayabilirim: Zeki Kuneralp [3] Semih Günver [4] , Mahmut Dikerdem, [5] Hamit Batu, [6] Berduk Olgaçay, [7] Melih Esenbel, [8] Fuat Bayramoğlu, [9] Oğuz Gökmen, [10] Erdem Erner, [11] Nihat Dinç, [12] Kamuran Gürün, [13] Ercüment Yavuzalp, [14] Faik Melek, [15] Nazmi Akıman, [16]Ecmel Barutçu, [17] Turgut Tülümen, [18] Ergun Sav, [19] Kemal Girgin, [20] Tanşuğ Bleda, [21] Ömer E. Lütem, [22] Mustafa Aşula, [23] Selahattin Ülkümen, [24] Yavuz Gör, [25] Haluk Afra, [26] Reha Aytaman, [27] Yıldınm Keskin. [28] Bazıları aramızdan ayrılmış olan bu meslektaşlarımızın yazıp yayınladıkları meslek anıları, başka başka isimler taşısalar da çağdaş birer sefaretname sayılabilir. Anılarını yazmış olan meslektaşlarımız hem eski geleneğimizi sürdürüyor, hem de bizlere ve bizden sonra gelenlere iyi birer örnek oluyorlar. Kalem tutan elleri dert görmesin.Arnavutluk’ta benden önce on bir Türk Elçisi görev yapmış. Bugün çoğu ebediyete göçmüş bulunan bu büyüklerimizden yalnız Yakup Kadri Karaosmanoğlu Arnavutluk anılarını yazmış. Zoraki Diplomat adını verdiği elçilik anılarında Arnavutluk’a ayrı bir bölüm ayırmıştır. Üniversitede öğrencilik yıllarımda edinip okuduğum bu kitabı Arnavutluk’a atanınca elimden bırakmadım. Keşke öteki seleflerim de meslek anılarını yayınlamış olsalardı. 1926 yılı başlarında Tirana’da Türk Elçiliğini açan Tahir Lütfi Tokay’ın, İtalyan işgali üzerine 1939 yılında Tirana Elçiliğimizi kapatmak zorunda kalan Hulusi Fuat Tugay’ın anılarını okumayı ne kadar isterdim. Keza İkinci Dünya Savaşı içinde Tirana’da Konsolos olarak görev yapan, orada İtalyan işgalini ve Alman işgalini yaşayan, komünistlerin iktidara gelişlerine tanık olan ve 1945 yılında Enver Hoca tarafından konsolosluğumuzu kapatmak zorunda bırakılan Başkonsolos Hilmi Kamil Bayur’un orada başından geçenleri öğrenmeyi ne kadar çok arzu ederdim. 0 da keşke anılarını bizlere aktara bilseydi. Ama aktaramamıştır.

Elçifiğimiz 1959 yılında yeniden açıldıktan sonra, bana gelinceye kadar, yani 1959-1985 yıllan arasında Tirana’dan altı Türk elçisi gelip geçmiş. Bir de iki küsur yıl orada misyon şefi gibi görev yapmış olan geçici işgüderimiz vardır. Bu saygıdeğer seleflerimin hepsi kominist görev yapmış, Enver hocayı ve rejimini yakından tanımıştır. Tirana’da görüp yaşadıklarını, acı tatlı anılarını yazıp yayınlayabilmiş olsalardı kendilerinden sonra gelenlere ışık tutmuş olurlardı. Onların komünist Arnavutluk deneyimlerinden ve birikimlerinden yeterince yararlanamadım. Meslek anılarını yazmış olan emekli diplomatlarımızın sayısı hâlâ yüzde onu bile bulmuyor.

Son görev yerim Avustralya’da ilginç bir uygulama var: Belli bir yerlere gelmiş kişilerin, bu arada emekli diplomatların anıları sistematik olarak kompakt disklere geçirip saklanıyor. Emekli büyükelçiler, en elverişli ortamlarda, günlerce, haftalarca konuşturuluyor ve onların anlattıkları her şey CD’lerde kayda geçirilip sonraki kuşaklara aktanlıyor. Bizde böyle bir uygulama olmadığı için, anılarını yazamadan göçüp giden emekli bir diplomatımızın kara haberini duyunca iki kat yasa boğuluyorum. Bir ölüm, büyük bir birikimi de alıp götürüyor. Her defasında bir kütüphane, bir arşiv birikimi daha yanıp kül oluyor sanki. Peşpeşe göçüp giden büyüklerimizle birlikte nelerin yok olduğunu düşününce ürperiyorum. Bu büyüklerimiz sağlığında desteklenmeli, daha çok yazmaya, meslek anılannı yayımlamaya özendirilmeli diye düşünüyorum. Anılannı yazabilenlere derin saygım vardır, henüz yazmamış olanlara ise hatırlatmayı âdeta görev biliyorum.

Emekli meslektaşlarımıza, anılarınızı yazıyor musunuz?; genç diplomatlanmıza da, günlük tutuyor musunuz? diye sorular yöneltmekten kendimi alamıyorum. Vaktiyle Dışişleri Akademisinde, günlük tutmanın yararları üzerine konferanslar vermiştim. Aktif görevdeyken her gün beş dakikasını verip günlük tutabilen bir diplomatın, emeklilikte elinin altında Britannica ansiklopedisi kadar bir birikim olabileceğini anlatmaya çalışmıştım.

Bir gün, bir toplantıdan çıktıktan sonra, rahmetli Hasan Esat Işık’la yanyana yürüyorduk. Eski Moskova ve Paris Büyükelçimiz ve de Dışişleri ve Milli Savunma Bakanımız olan bu seçkin büyüğümüzün engin birikimini düşünüyordum. Yine kendimi tutamayıp sordum:

– Hâtıratınızı yazıyor musunuz, Sayın Bakanım?

– Türkiye’de hâtırat yazanı asarlar!

– Hâtırat yazmayanı da asıyorlar, asacak olduktan sonra!

Hasan Işık Bey, zınk diye durdu. Hızla dönüp yüzüme baktı:

– Haklısın, dedi ve ekledi:

– İnsanın gölge gibi devamlı bir sekreteri olmalıydı. Her söylediğini not etmeliydi. Şimdi bu birikmiş notlar elimin altında olmalıydı ki… dedi.

Demek ki asıl sorun, asılmak endişesi değil, birikmiş not eksikliğidir. Anı yayınlarımızın yetersiz kalmasının başlıca nedenlerinden biri budur, sanırım. Ellerinin altında zamanında tutulmuş notlar, günlükler, dosyalar vs. bulun mayışı, birçok emeklimizin belini büker, elini kolunu bağlar. Yaşlılıkta hafıza da zayıflar: kronoloji zinciri ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılıp saçılır, olaylar Arap saçı gibi birbirine kanşır ve dolayısıyla zaten titiz olan emekli diplomatımız, yanlış yaparım kaygısıyla eline kalemi alıp anılarını kâğıda dökmekten çekinir. Başka caydıncı nedenler de vardır, bazıları benim başımdan da geçmiştir. Gençliğimde bana Hariciyeci kitap yazmaz! diye gözdağı verilmek istenmişti. Bir başkası, Kitap yazmak kolay mı? Kırk yıl sonra senden hesap sorarlar? demişti. Oysa kırk yıldır yazar çizerim, bugüne kadar yazdıklarım için kimse benden hesap sormamıştır; soran olursa da hesabını veririz.

Emekli diplomatlar olarak meslek anılanmızı yazmamız şu bakımdan da yararlı ve gereklidir ki, bizde diplomatik arşivler 50 yıl boyunca araştırmacılara kapalıdır. Örneğin, Arnavutluk’ta komünist rejimin son yıllarında Türkiye-Arnavutluk ilişkilerini araştırmak isteyecek bir araştırmacı, bizim 1980′ lerde Dışişleri Bakanlığına göndermiş olduğumuz raporlara, teorik olarak, ancak 2035-2040 yıllarında ulaşabilecektir. Ulaştı, diyelim. Araştırmacı o zaman bizim raporlarımızın kaçta kaçını ve ne halde bulacaktır acaba? Kaldı ki birçok ayrıntı resmi raporlara geçmemiştir, resmi raporların perde arkası da vardır. Onları ancak yaşayanlar bilebilir. Bu bakımdan biz emekli diplomatlar, gözlerimiz kapanmadan ve enerjimiz tükenmeden anılarımızı yazıp geleceğin tarihçisine karınca kararınca yardımcı olmaya çalışmalıyız. Bu da bir görevdir. Daha doğrusu bizim üslenmiş olduğumuz diplomatlık görevinin bir devamıdır. Mademki devlet imkânlarıyla şu veya bu merkezde birkaç zaman görev yaptık, oralarda edindiğimiz birikimleri de yazıya döküp bu dünyada bırakmamız lâzımdır. Bunları öteki dünyaya götürmeye hakkımız yoktur.

Arnavutluk anılarımı bu gibi düşüncelerle kaleme aldım.

Genç Türk diplomatları, bizlerden daha şanslı ve daha donanımlıdırlar. Bilgi çağında yetişiyor, elektronik ortamda iş görüyorlar. Bizlerden daha fazla üretecek, daha çok eser vereceklerdir. Meslek anılarını yazan diplomatlarımızın sayısı yıldan yıla artacaktır. Ve gençlerimiz bizlerden daha cesurdurlar, hiç kimse onları kitap yazmaktan, meslek anılarını yazmaktan caydıramayacaktır. Gelecekte yeni yeni ve birbirinden değerli çağdaş sefaretnameler Türk Milli Kütüphanesinin raflarını dolduracaktır inancındayım.

Birkaç cümleyle benim tanıdığım Arnavutluk’a da değineyim. 0 yıllarda Anavutluk, bugünkü Arnavutluk’tan çok farklıydı. Ülkeye kırk yıl demiryumrukla hükmetmiş olan Enver Hoca, benim Tirana’ya vanşımdan altı ay adar önce ölmüştü. Ama onun bütün kadrosu iktidarda ve kurduğu rejim de ayakta idi. Baştan başa iki sıra tel örgülerle çevrilmiş, midye gibi içine kapanmış, kuş uçurmaz, kervan geçirmez bir ülkeydi o zamanki Arnavutluk.Arnavut polisi herkese kuşkuyla bakardı, kendi halkına da bizlere de göz açtırmaz, nefes aldırmazdı. Ülkede çıt çıkmaz, yaprak kımıldamazdı. Rejim,zavallı Arnavut halkına âdeta kan kustururdu, ama kızılcık şerbeti içirdim derdi. Yeryüzünde bu tür ülkelerin son numunesiydi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti. Kuzey Kore bir, Arnavutluk iki. Dünyada bu kadar kapalı ve bu kadar sıkı bir üçüncü ülke yoktu, sanırım.
0 zamanki Arnavutluk, yapyalnız bir ülkeydi. Enver Hoca, Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği ile bozuşunca, on yıl kadar Çin Halk Cumhuriyeti’ne dayanmıştı. Çin ile de anlaşmazlığa düşünce, bu defa Biz kimseye muhtaç değiliz, kendi gücümüzle her şeyi başarırız? diye bir yol tutturmuştu. Ekonomik bakımdan kendi kendine yeterli olma, politik akımından kendi kabuğuna çekilme politikası izlemişti. Yabancı ülkelerle ticaret yapmış, ama ekonomik işbirliği yapmamıştı ve yapmıyordu. Dışarıdan ekonomik yardım ve kredi almıyordu. Bütün askeri bloklara karşıydı. Varşova Paktı’nın kurucu üyelerinden biri olmuştu, ama o pakttan ayrıldıktan sonra bütün askeripaktlara cephe almıştı. Yabancı ülkelere kuşkuyla bakıyordu…

Türkiye-Arnavutluk ilişkileri iyi düzeydeydi. Türkiye, güvenilir, dost bir ülkeyd Arnavutlara karşı ard niyetli bir politika izlemiyordu. Tirana Hükümeti bunu biliyordu. Aramızda bir sorun yoktu. Yalnız ikili ticaretimiz yeterince gelişemiyordu. Türkiye ile Arnavutluk arasında, bir dizi anlaşma ve protokol vardı: Kültür anlaşması, spor anlaşması, bilimsel ve teknik işbirliği anlaşması, sağlık anlaşması, veteriner anlaşması, zirai mücadele anlaşması, ulaştırma, turizm anlaşması vs. vs. Hükümetler arasındaki anlaşmalardan başka çeşitli kurum ve kuruluşlar arasında imzalanmış protokoller, anlaşmalar da vardı.

Atatürk Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu, çeşitli Türk üniversiteleri vesair kuruluşlarımız ile yapılan protokoller gibi. Bunlara her yıl yenileri ekleniyordu. Bütün bu anlaşma ve protokoller hep Arnavutlar lehine işliyordu Bunlara dayanarak Arnavut uzmanlar, araştırmacılar, bürokratlar, profesörler Türkıye ye geliyor, Türkıye de konuk ediliyorlardı Onların Türkıye’deki bütün masraflannı Türkiye karşılıyordu. Bir. tek listeye dökülünce oldukça kabarık sayılara ulaşan Arnavut araştırmacılar çeşitli anlaşma ve protokollere serpiştirildigi için pek göze çarpmıyordu Bütü bunlar gerçekte Tükiye’nin Arnavutluk’a teknik yardımı idi Ama komunist Arnavutluk, güya hiçbir ülkeden yardım kabul etmedigi ıçin bunlara yardım etiketi yapıştırılmıyor ve işbirliği adı veriliyordu. Türkiye verici Arnavutluk alıcı durumdaydı.

Ekonomik bakımdan gerçekten pek zor durumda olan Arnavutluk, yavaş yavaş dünyaya açılmaya yöneliyordu. Yeni lider Ramiz Alia, görünüşte Enver Hoca’ya bağlıydı, ama kendi kendine yeterlilik ve yalnızlık politikasının bir çıkar yol olmadığını anlamıştı. Arnavutluk Emek Partisinin 1986 yılında toplanan IX. Kurultayından sonra Arnavutluk, hem ekonomik bakımdan, hem de politik bakımdan dışa açılmaya yöneldiğinin işaretlerini vermeye başlamış ve yeni bir dönemin eşiğine gelmiş bulunuyordu.

Türkıye Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak böyle ilginç bir dönemde Türkiye ile Arnavutluk arasındaki ilişkileri geliştirmeye çalıştım Misyonum buydu işim kolay degildi Ama görev görevdir ve elçiye zeval olmaz diyerek şevkle işe sarıldım Tirana Büyükelçiliğimiz küçüktü, kadrosu asgari düzeydeyde tek bir meslek memurumuz, bir dart ataşemiz, bir telsiz operatörümüz, iki sekreterimiz vardı. Benim, zamanımda da bu kadro değişmedi. Böyle olduğu hâlde iş hacmimizi ve yazışmalarımızı birinci yılda ikiye katladık, ikinci yılda da üç katına çıkardık. Yine de bence, bu çalışmamız yetersizdi. Veda ziyaretlerim sırasında bana az zamanda çok iş başardınız diye iltifat eden Arnavutluk Dışişleri Bakan Yardımcısı Sokrat Plaka ‘ya, yapılanları yeterli görmediğimi, çok daha fazlasını yapmayı arzu etmiş olduğumu söylemekten kendimi alamadım. Ertesi gün veda için ziyaret ettiğim Başbakan Adil Çarçani benim bu sözlerime şöyle cevap verdi :Arnavutluk’ta bulunduğunuz süre içinde dostluğumuza önemli hizmetlerde ve katkıda bulundunuz. Bunu belirtmekten zevk duyuyorum. Gerçek şu ki, son üç yılda ilişkilerimiz her alanda gelişmiştir. Bazı eksikler ve boşluklar bulunmasına rağmen, ekonomik ve ticart ilişkilerimizde de gelişme olmuş ve belli bir aşamaya gelinmiştir. Yeni anlaşmalar yapılmıştır. Karşılıklı ziyaretler olmuştur. Sayın Necmettin Karaduman Arnavutluk’u ziyaret etmiştir. Rita Marko ve son olarak Vito Kapo Türkiye’ye ziyarette bulunmuşlardır. Bütün bu faaliyetlere sizin kişisel emeğiniz geçmiştir. Bunu biliyor ve takdir ediyoruz. Bizce asil önemli olan şudur ki son üç yılda yapılanların semeresi daha sonra görülecektir…

Arnavut Başbakanının bu son cümlesi bence dikkate değer ve önemli idi. Türk-Arnavut ilişkilerinde tomurcuğun patlama noktasına geldiğini ben de hissediyordum. Benden hemen sonra ikili ilişkilerimizde gerçekten bir patlama yaşanmıştır. Hele Berlin Duvarının yıkılması, doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi üzerine Arnavutluk hızla Türkiye’ye yaklaşmış, ikili ilişkilerimizde tam bir serpilme olmuş ve Çarçani’nin önceden tahmin ettiği gibi, bizim otuz aylık çalışmalarımızın semeresi görülmüştür.

İki buçuk yıl süren Arnavutluk görevim sırasında, günü gününe tuttuğum Tirana Günlüğümden bazı sayfaları burada aynen veya kısmen yayınlıyorum. Bunlara bazı araştırma notlan da ekledim. Cumhuriyet döne­minde Türkiye Arnavutluk ilişkilerinin tarihçesi ile kronolojisi de kitapta yer almaktadır. Meraklı okuyucu ve araştırmacı, kitapta ilgi çekici, çarpıcı ve düşündürücü sayfalar bulabilecektir umudundayım.

Not: Arnavutluk”un başkentinin adı Arnavutçada Tirane, Türkçede Tiran ya da Tirana diye geçer. Eskiler daha çok Tiran diyorlardı, bizler ise bugün Dışişlerinde Tirana diyoruz. Bence de Tirana demek daha uygundur; çünkü Tiran kelimesi, acımasız, kanlı hükümdar veya diktatör anlamındaki tyran sözcüğünü çağrıştırıyor. Bu kitapta Tirana kullanılmıştır.

Ümitköy, Ankara, 29 Mayıs 2001

BiIal ŞİMŞİR

Yazar Hakkında

Dr. Bilâl Şimşir, büyükelçi, tarihçi ve araştırmacı yazardır. 1933 yılında Bulgaristan’da doğdu. 1957’de Ankara Ünıversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Aynı Fakultenin Diplomasi Tarihi Kürsüsünde üç yıl kadar asistan olarak görev yaptıktan sonra 1960’da Dışişleri Bakanlığına geçti. Bu Bakanlığın merkez ve dış teşkilâtının bütün kademelerinde 38 yıl görev yaptı. Büyükelçı olarak Arnavutluk’ta, Çin’de, Avustralya’da ve güney Pasifik ülkelerinde Türkiye’yi temsil etti. Devlete 41 küsur yıl hızmet verdikten sonra 1998’de emeklı oldu ve kendisini bilimsel çalışmalara ve yazarlığa verdi.

1976 yılında Türk Tarih Kurumu üyeliğine seçilmiş olan Dr. Şimşir, İngılız, Fransız, Amerikan ve Osmanlı-Türk arşıvlerinde derin araştırmalar yapmış,on bınlerce belge toplamış,kendi imkanlarıyla bir mikrofilm arşiv sistemi kurmuş ve gezginci mesleğine rağmen çok yoğun yayın yapmış bir tarihçive yazardır. Kendısinı yakından tanıyanların belırttikleri gibi Şimşir adeta bir ekoldür: başlıbaşına bır enstitü gibi çalışmakta ve üretmektedir. Bugüne kadar 62 cilt kitap ve 165 kadar bilimsel makale yayımlamıştır. Ingiltere ve Pakistan’da da iki kitabı yayımlanmıştır. Şimşir,Atatürk üzerine en fazla eser vermiş olan tarihçilerden biridir: Ataturk konusunda dört ciltlik İngiliz Belgelerinde Atatürk ve yine dört ciltlik Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları gibı bırçok esere imza atmıştır. Balkanlar ve özellikle Bulgaristan Türk azınlığı üzerine bir düzinekı tap yayınlamıştır. Birçok yabancı dil bilen Şimşir’in eserlerinin büyük bölümü yabancı dildedir ve dünya kitaplıklarında ve kataloglarında yer almıştır.

Benzer Yazılar

Refik Veseli, Moşe Mandil ve Arnavut Yemini

Temenna – Arnavut Düğün Gelenekleri

Xhubleta “Arnavutların 4000 Yıllık Geleneksel Kostümü”